İnsanın zavallılaştığı, kendisinin dışında kimseyi görmediği, görse bile umursamadığı gerçeği bütün yoğunluğuyla yaşanıyor. Düşünme ediminin yoksunluğunda, kimsenin farkında olmadığı kimsenin kimseyi bilmediği kapalı bir dünya içinde yaşanıyor. Her şey ayan beyan gibi ne ki hiç kimse bunun farkında bile olamıyor, olmak da istemiyor.
Bunun anlaşılması için şu büyük depremin olması mı gerekiyor?
Küçük bir dairede, bir ortamda gibi bir bakış açısı var. Bir kesim bir diğer kesimi görmüyor. Bir kesim bir diğer kesimin yaşadıklarını umursamıyor. Dünyayı sadece kendisiyle sınırlı sanıyor. İçinde bulunduğu refahın hazzını yaşamak ve bundan da kimsenin yararlanmasını istemiyor. Bölüşüm diye bir derdi yok. Yeryüzü nimetlerini sadece kendisi için biliyor.
Depremin sarsıntısı, yıkımı, sonuçları ve yaşanmakta olanlar bir rüya gibi. Kimi yaptıklarını yeterli ve hatta fazla bile buluyor.
O mazlumların yaşadıkları ve yaşayacakları bir halüsinasyon gibi. Hasta biri için bu insanı kendisinden bile tiksindiren bir durum. İnsanı dert edinmeyenden hiçbir şey beklenemez.
Tarikatlar ve kimi cemaatler, insana en yakın olmaları gerekirken, insan değerinin edebini öğrendiklerini düşünülürken onlar da bu dünya hırs ve tamahının dalgasına kapılmışlardır. Tebliğlerini çıkarları zedelenmesin diye gücün yanında yer alıyorlar. Çünkü güç onlara dünyevi saltanatlar sunuyor. Oysa geleneksel tasavvufta kişi kendinden çok dışına bakıyor, onlara nasıl bir katkı sunuyor onunla ilgileniyor. Lokmasını bölüşüyor.
Bir gönül seferberliği olan tasavvuf insana gönül gözüyle bakar. İnsana bakar, taraftara bakmaz. Partizana bakmaz. Gönül seferberliği aşk dilidir, amacı Hak ve insandır. İnsanın gönül kapılarını aralar, onu gönülden fetheder. Tebliğin en güçlü dilidir bu.
Bir tarikat kendisini bir cemaat, bir parti ve bir çevre ile sınırlıyorsa amacı tebliğ değildir. Eğer bulunduğu çevre Müslüman ise inanmışsa ona ayrıca tebliği gerekmez. Onlar da o hâli yaşamaya bakarlar. Eğer bir cemaat, topluluk kendisini bir siyasal partiye angaje etmişse onun hak yolda olup olmadığına bakmadan, onun tam anlamıyla sorgulaması gerekir. Helâli, haramı, hakkı, adaleti, insana insan olarak bakıp bakmadığını da görmesi gerekir. Karşı diye nitelendirdiği kesime / kesimlere tebliğsizlik görevi mi kendilerine verilmiş oluyor. Büyük velilerin insan hayatında ne çok önemli yerlerinin olduğu bilinir. En azından o yolun kendilerine rehber edilmelidirler.
Tasavvuf asla nefret dilini benimsemez. İnsanı ötekileştirmez. En olmadık hâl ve durumlarda eğer insan bir uçuruma doğru gidiyorsa, bir yanlış üzerinde ise onun elinden tutmaya bakar. Bir insanın kurtuluşu güzel bir hâl ile olur.
İnsan nefsi kendisinin en büyük düşmanıdır. Ona yenik düşmüşse, tutsak olmuşsa ondan bir hayır gelmez. Onun önce kendisini terbiye etmesi gerekir.
İslâm medeniyetinin yeryüzüne yayılmasını sağlayan en önemli öncüler velilerdir, onların yolunda olanlardır. Kültür ve düşünce tarihimizde “Horasan Erenleri” diye bilinen veliler ordusunun yeryüzüne yayılmasıyla büyük fetihler gerçekleşmiştir. Fethe giden ordulardan önce onlar oraları çoktan fethetmişler. Onlar hazır bir zeminde kendilerini bulmuşlardır.
İnsanın ihtiyacı var ise, bir uçuruma doğru gidiyorsa, yalnız ve çaresizse onun yardımına koşulur. Onun hangi siyasal partiye, cemaate, dine mensup olduğuna bakılmaz. Amaç insanın kurtuluşu ise onu dardan çıkarmadır.
Kesimler arasında nefret var ise, nefret eden güçlünün yanında değil mazlum ve çaresiz, savunmasız olanların yanında yer almalıdır. İnsanların gönülleri nasıl alınır, kazanılır, onlarla dostluklar kurulabilir.
Amaç insanları İslâm ve Müslümanlığa ısındırmak ise taraf olmaz, olmamalı. Onun güzel davranış ve yaklaşımı yakınlaştırır, uzaklaştırmaz. Önemli olan en uçtakilerle gönül bağı kurmadır.