Aynı mahallede ve ilçede,  aynı ilde oturan insanlar aynı kaldırımda karşılaştıklarında nedendir bilinmez bakışlarını birbirinden kaçırıyorlar. Bu çoğu zaman sadece bakışları kaçırmaktan da ibaret kalmıyor, iki kişi birbirlerine yakınlaştıklarında içlerinden birisi kafasını aksi yöne çeviriyor. Buna rağmen siz selam verdiğinizde az olsa da bazıları selama karşılık vermeyebiliyorlar. Böyle olunca da insanların birbirleri ile temasları giderek azalıyor. Azalmakla da kalmıyor insanlar milyonların içinde yalnızlaşıyorlar.

Ankara’ya ilk taşındığımızda bir gecekonduda oturuyorduk. Evler genellikle tek ya da iki katlıydı. Hemen hepsinin önünde de birkaç ağaç bulunuyordu. Denebilir ki,  memleketimdeki evler nasıl idiyse büyükşehirlerde de çoğunluk öyleydi. Çünkü kırsal kesimden şehirlere göç devlet politikasının da bir sonucu olarak artınca, insanlar şehirlerin civarında gecekondular yapıyor ya da daha önce yapılmış bir gecekonduda ev kiralıyor böylece şehre alışmaya, daha doğrusu yerleşmeye çalışıyorlardı.

Denebilir ki insanlar aynı çatı altında değillerdi ama yan yana idiler.  Belki aynı kültüre sahiptiler. Köylerindeki komşuluk geleneğini büyükşehirde de gecekonduda sürdürüyorlardı. Böyle olunca insanlar birbirlerine yakındılar. Bu yakınlık hem fiziken hem de ruhendi. Sonra giderek modernleşme ile birlikte şehirlerde binalar dikine yükselmeye başladı. Yükseklik arttıkça da aynı çatı altındaki aile sayısı giderek arttı. Diyebiliriz ki, bir hatta iki köy bir blok içine yerleştirildi. Belki evler daha kullanışlı ve çağdaş(!) hale gelmeye başladı ama insanlar birbirlerinden uzaklaştılar. Aynı çatı altında aynı blokta oturan insanlar birbirlerinin isimlerini bile bilmez hale geldiler. Bu arada sadece farklı aileler birbirlerinden uzaklaşmadılar, giderek ailenin evlenen evlatları da başka yerlerde ev tutmaya başladılar. Yani, ekonomik bağımsızlığına kavuşan evlatlar ayrı yerlerde ayrı aileler oluşturdular ve böylece anne-babalar evlerinde yalnız yaşamaya başladılar. Daha sonra anne ve babadan biriside vefat edince geriye kalan anne ya da baba tek başına günlerini geçirmeye başladılar. Bu durum bana göre cezaevinde hücre cezasına çarptırılmış bir mahkumun hayatından daha kötü. Çünkü mahkum hasta olur ya da ölürse hemen müdahale imkanı söz konusu iken büyükşehirlerde yalnızlığa mahkum edilmiş yaşlıların ölümünden günler sonra yakınları ancak haberdar olabilir hale geldiler. Kısacası yaşlılar milyonlar içinde ölüme tek başlarına yürümeye mahkum edildiler.

Hemen belirteyim ki böyle bir hayat tarzını insani bulmuyorum. Bir anne- baba 3-5 çocuğunu büyütüp baktığı halde bir anne ya da baba bir evladının yanında kendine yer bulamıyorsa bu hayat insanı demek mümkün olabilir mi?

Bu noktaya nereden geldiğimi kısaca aktarmak istiyorum. Bakkala ya da çarşıya giderken karşılaştığımız insanlar çoğu zaman birbirimizi tanımıyoruz. Onlar da bizi tanımıyorlar. Bunun yanlış bir tarafı yok ama bu insanların birbirlerine selam vermeleri için sanki ille de tanışmaları gerekmiyor ama bakışlarını başka istikametlere çevirmeleri bugün insanların milyonlar içinde yalnızlaşmasının temelini oluşturduğunu söylemek sanıyorum yanlış olmaz.

Bu bakımdan şehir hayatına alışamadım dersem beni yargılarsınız biliyorum ama gökdelen yaşantımı insani bulmuyorum. Çünkü oturduğum 56 daireli blokta insanların tamamını şahsen tanımıyorum, tanıdıklarımın içinde isimlerini bildiklerimin sayısı çok az. Böyle olunca, kırsal hayattaki yaşantımı, bunun da ötesinde büyükşehire ilk taşındığımızda oturduğum gecekondu mahallesini bugününden daha samimi, sıcak ve insanları cana yakında. Şimdi ise insanları tek başlarına yaşamaya ve tek başlarına ölümü beklemeye mahkum ettiler. Buna da çağdaşlık ve medeniyet diyorlar.