Duygu ile aklın çatışma ve geriliminden geçiyoruz. Büyük deprem büyük bir sarsıntı oluşturdu. Millet olarak büyük bir acı içindeyiz. Ölümün bu denli kanıksandığı bu denli neredeyse sıradanlaştığı bir süreçteyiz. İnsanın çaresizliğinin de bir sonucunu yaşıyoruz.
İnsanın kendi elleriyle oluşturduğu bir dünyanın feci sonucudur bu. Bitmek tükenmek bilmeyen bir tamahın, hırsın kurbanıyız. Her birimizin bu çirkin koroya katıldığımız gerçeğini kim nasıl yadsıyabilir?
Bu acılarımızı ne dindirir bilmiyorum. Elbette ki tesellimiz ve sığınağımız gene bir tek kapıya çıkıyor. O kapı bu gibi zamanlarda çok da belli oluyor. Çünkü insan çaresiz, çünkü insan kendi kendisinin katili, çünkü insan kendisinin kör bıçaklı kurbanı.
Bütün varlığını canlarını yitiren bir anne, büyük anne kadının bir tek başına kaldığı bir zamanda, sığınacağı bir damının bile kalmadığı bir günde, toprağa diz çökerek sonsuzluğa yaktığı ağıdının, dizini dövmenin çaresizliğinin hüznünde olmanın yakıcı dramı. Bu, aklın baştan çıktığı ancak ve sadece kendi kendine yanmanın çaresizliği.
Kimin kurbanıyız? İnsanın duyumsuzluğunu tetikleyen sınır tanımayan hırsın mı? İlâhi uyarının ve dengeleri sağlayan gerçeği terk etmenin mi?
Aklımızla yürüdüğümüz yolun bizi tıkadığı, körelttiği bir kuyudan nasıl çıkılacağını bilemenin bir şaşkınlığı. Yol göstericiler bir yandan aklın tuzaklarına insanı çekerken bir yandan bocalamaların sürükleyeceği çıkmazların şaşkınlığı yaşanıyor.
Büyük deprem, büyük sarsıntı. Bir tarihin çöküşü. İnsanlığın çöküşü.
Hesapların birbirine karıştığı, çaresizliğin bocalamasının yaşandığı bir zamanda. Her şey bir Şubat gecesinde yaşandı. Dünyamızı titretti. Ruhlarımızı derinden sarstı. Kaderlerimiz temkinsizliklerimizin de kurbanı. Dünyaları tepemize bir saltanat gibi dikerken onların altında kalmanın bir tuhaflığıdır yaşananlar.
Yaratılan her şeyin, her varlık ve oluşun insana emanet edildiği gerçeğinin terk edildiği, hemen her şeyi savıp savurduğunun bir sonucudur bu felâket.
Günlerdir artık insanlar kendi canlarının cesedini bulma sevincini yaşıyor. Ne tuhaftır değil mi? Ölüm gerçeğini kabullenmenin ötesinde bir canının nerede olabileceğinin sevincini acıyla birlikte yaşıyor. Kurtarılan bir canın sevinciyle bütün insanlığın birlikte sevindiği günlerdeyiz.
Bu büyük sarsıntının bize çok şey örettiği bir gerçek. Ama bu gerçek şu durumun yaşandığı zamanla, şu günlerle sınırlı. Bir zaman geçtikten sonra yeniden başa dönüp aynı hırs ve tamahın kalpleri ve gözleri karartacağı da bir gerçek.
Tepesine, bilinçsizce diktiği gökdelenlere başını kaldırıp bakamadığı, güneşsiz kaldığı ve ona tapındığı, tapınacağı günlere döneceği de bir gerçeği günümüz insanının.
Hakikat medeniyetinden uzaklaştığı sürece gene kendi aklının kurbanı olmaya aday. Şeytanın büyülü, aldatıcı yolculuğuna devam edeceği de kaçınılmaz. Onun dengesin sağlayan özden kaçıp uzaklaştıkça olacağı da budur. Çünkü kalbinin aklını terk edip akıl putunun kölesi olmaya devam gedeceği de bir gerçeği.
Şehrin ruhunu yok eden maneviliklerden uzaklaştıkça, aklının putlarına bağlandıkça dünyalıklarının katlarını çıkmaya devam edeceği de bir gerçek.
Hakikatin insan ruhunu ışıtan, yol gösteren güzel o seslerin, algıların ve inanışların, insanın sınırlarını bileceği, tartacağı günlere dönüş için bir başlangıç olabilir mi? Güneşini, rüzgârını kesmeyecek, doğasına uygun bir kent, bir köy, bir kasaba inşasına dönülür mü?
Bir sazın teline her dokunuşta çıkan inceliğe ve güzelliğe ayak uydurup İlâhî oluşa sığınılır mı yeniden.
Şu kuru gürültülü kakafonik, insan beyninde zonklayan bir oluş içinde azmanlaşan ve putlaşan, tapınılanlara yeniden mi dönülecek? Artık bir tercih ile baş başa olmanın ve yolunu yeniden belirlemenin zamanı.