Şeffaf bir naylon örtü ile yapılmış kafe.
Aceleyle, para hırsını geciktirmeyenlerin yaptığı çok belli.
Çirkin, sakil, ilkel.
İçi dışarıdan gözükmekte.
Bütün masalar dolu.
İğne atsanız yere düşmez.
Hepsi genç.
O uzatılmış işsizlikleri avutma merkezine dönüşmüş özel üniversitelerin hemen yakınında.
Daha sefil olanı.
O berbat mimariden daha ahmak olanı ise,
Kafenin manzarası ferahlatıcı bir dağa ya da denize, göle, nehre bakmamakta.
Güzel bir havayı ciğerlerine çekmemekteler.
Otobanın hemen yanında.
Gençlerin seyrettiği sadece gri beton, bunaltıcı çirkin yol ve gürültücü arabalar, pis egzoz gazları soludukları
O kadar mutlular ki, “Kibritçi Kız” gibi kibriti çakmadan içerisi gözükmekte.
Şahane bir davettelermiş gibi kahkaha sesleri dışa taşmakta.
Karşılarında oturanlar çok değerli arkadaşları.
Sanki dünyayı fethetmiş gibi gururlular.
O gün muhtemelen anne ya da babaları, “dersten sonra eve gel, sana ihtiyacım var, şu işi birlikte halledelim” dediler.
Onlar da gelemeyeceklerini, dersten sonra çok önemli işleri olduğunu söylediler.
Aile inandı, “iyi madem” dedi,
Hatta kiminin ebeveyni o şeffaf naylon örtülü kafenin önünden geçerken evladını gördü, hüzünle başını salladı.
Oysa hastaneye götürülecek büyükanneye yardım için eve gel demiştir oğluna ya da kızına.
Ya da taşınması gereken eski eşyalar için.
Hâlbuki o dünyanın merkezine yerleştirdikleri hiç vazgeçemem sandıkları arkadaşları birkaç yıl sonra unutulanlar listesine girecektir.
Yoğun iş koşturması, açıkta kalmalar, umdukları yerde olamamalar gibi sebeplerle öyle uzun oturmalar bir daha yaşanmayacaktır.
Dahası o masalardan düşmanlar bile çıkacaktır.
Kendisi işsizken arkadaşının iyi bir işe girip de aldığı elbise ve çizmeyi paylaşması karşısında nefretle tırnaklarını yiyecektir.
Ailesinin asık suratla verdiği harçlığı anımsayıp cebinde para olmadığı o saat, bu arkadaşının hançer paylaşımları ile onu dost hanesinden silecektir.
İkinci fotoğraf gençlerin anne babalarının kuşağından hatta daha yaşlıların.
İstanbul’a kar geleceğini duyup evden bir hafta çıkamayacağını düşünen eski nesil tedbirini almıştır.
Havanın 9 derece olduğu, güneşin yürekleri ısıttığı o günlerde.
İlkokuldan beri yetmiş yıldır arkadaş grubu, komşular, kuzenler haberleşmiş,
Ver elini boğazın Anadolu yakası.
Beykoz’un o kendi halinde sakin, güzel deniz manzarasını gören çay ve simit evine geldiklerinde uzun kuyruğu görmüşlerdi.
Görevliler isimleri yazmakta, telefonları almaktaydılar.
Masalar boşalırsa arayacaklardı.
Yaşlılardı, hastalardı, ne kadar uzun süre beklediler.
Denizi gören masaların kuyruğu kırk kişi vardı,
Normal masalarda kuyruk on kişiydi,
Nihayet, dizlerde dermanların kesildiği vakit sıra geldi.
Lakin bir çocuk gibi ağlamaklı oldular.
Kendilerine duvar dibinde yer bulunmuş, denizi görememektedirler.
Önlerindeki çay, simit tat vermemektedir.
Denizi görememek onları yıkmış, iştahları kaçmış, yürekleri daralmıştır.
Hatta kimi dalıp gitmiştir, ağır hastalığın izin verdiği belki de bu son iyilik molasıdır.
Kaderde dünya gözüyle bir daha görememek de vardır.