Nedenler, niçinler, sebepler, sonuçlarla bir yıl geride kaldı.

Parçalanmış cesetler, yetim kalmış yavrular, evsiz kalmış milyonlar, açlıktan ölümü bekleyen biçareler…

Bir çocuk çıplak ayakla, yıkıntılar arasında koşarken, feryadını ve çağrısını yüceler yücesine yapıyor…

Ya Allah… Ya Allah… Ya Allah…

Annesiz, babasız kalmanın çaresizliği ile rabbine yakarıyor… Etrafında ki insanların çaresizliğini anlamadan Rabbine sesleniyor…

Anne diyemiyor, baba diyemiyor, ümmete seslenmiyor…

2 milyarlık adına İslam Dünyası denilen o dünyanın kulaklarının sağır, gözlerinin kör olduğunu biliyor sanki.

Çünkü o dünya Şeyh Ahmet Yasin’in ‘Siz ey Müslümanlar! Suskun ve aciz, helâk olmuş ölüler! Hâlâ kalpleriniz sızlamıyor mu, başımıza gelen bu acı felâketler karşısında?’ feryadına da tepkisiz kalmış, ses çıkarmamıştı. Onu duymayan dünya minik bir kız çocuğunu nasıl duyabilirdi ki?

Bir baba elinde bir poşet taşıyor…

İçerisinde gözünün nuru, umudu, varisi, göz aydınlığı olan evladının bedeninden kalan et parçaları…

Oysa ki o baba bir yıl önce aynı poşetle o evladına sevdiği yiyecekleri götürüyordu…

O babanın dilinde de sadece: “Hasbünallahü Ve Ni'mel Vekil”

Bir lider haber alıyor, 3 oğlu 6 torunu şehit olmuş… Dilinde dua görevine devam ediyor… Yaralıları ziyarete kaldığı yerden devam ederken, kalbi adeta parçalanıyor…

Ama şehadet mektebinin müderrisi olmak kolay bir vazife değil elbet. Onu biliyor ve inandığı yolda yürüyor…

Ta ki Şehadet Şerbetini hain bir saldırıda içene kadar… Huzura eriyor…

Bir genç tünelden terlikleriyle çıkıyor… Elinde silahı ile dünyaya meydan okuyor…

Adına İslam ülkesi denenler is bütün bu gelişmeler karşısında en güçlüsü kınıyor, kısır ve cılız bir ses bile çıkmıyor…

Gazze ölüyor, tüm dünya ise susuyor…

‘’Siz ey Müslümanlar!

Suskun ve aciz, helâk olmuş ölüler!

Hâlâ kalpleriniz sızlamıyor mu, başımıza gelen bu acı felâketler karşısında?’’