Bu acının cümlesi yok, kelimesi harfi tükenmiş.

Gencecik anneler yüzüne bakmaya doyamadıkları bebeklerini kaybettiler.

Yüreği evren kadar büyük çocuklar bir sır gibi anne-babalarını yitirdiler.

Artık bir daha elini tutup onlarla dolaşacak babaları olmayacak.

Annelerinin “sofra hazır” seslenişleri, çok uzaklarda kaldı.

Sini etrafında sıralandıkları son akşam yemekleri, bir mıh gibi yüreklerine saplı.

Enkazın arasına dağılan anıları nasıl toplayacaklar.

Etrafa saçılan defterlerini, kitaplarını toplayıp belki okullarına devam edecekler.

Lakin bir fotoğrafları bile kalmayan yakınlarının yasına nasıl dayanacaklar.

Yüzyılın acısı nasıl hafifleyecek.

Binlerce hikâye.

En çetini ailenin bütün fertlerinin yitirilmesi.

Gazetemizin değerli yazarlarından Hüseyin Akın’ın yaşadığı acı da böyle.

Önce, “Yüreğimiz enkazda” isimli yazısında anlattı;

“Binlerce canla beraber benim de dört canım (yeğenim, eşi ve çocukları) enkaz altında üç gündür kurtarılmayı bekliyor.”

İkinci yazısı, “Yıkıldık”ta yeğenleri için çektiği o dayanılmaz acıyı yazdı;

“Bugün tam dokuzuncu gün. Binlercesi gibi, canım ciğerim yeğenim Nur ve eşi Emir Tümer’den, cennet kokulu yavruları Ali Emir ve Nehir’den hâlâ haber yok! Gün geçtikçe gelecek haberin huzursuzluğu sarıyor benliğimizi.

Kaybımız o kadar çok ki hangi birine yanalım, hangisine acıyalım?

Binlerce Nur var enkazın altında, binlerce Emir!

Nehir ve Ali Emir’in yüzlerini, gözlerini, ellerini görüyorum her çocuğumuzun enkazdan çıkarılışında.

Nur’un bu yaşadığı ikinci deprem felaketiydi. 99 depremine Avcılar’da yakalanmış, oradan mucize eseri kurtulmuşlardı.

Biri bir haberle gelsin, içimizi serinletsin. Birileri aslında bu yaşadıklarımızın gerçek olmadığını, bir kâbus olduğunu söylesin. Müjdeli bir haber gelsin ve herkesin gözyaşı selini durdurup silsin.”

Sonra, Enkazüstü’nden Notlar (I)’i kaleme aldı.

“Uzun bir yolculuktan sonra Antakya’ya varmıştık. Karanlık adeta yüreklere işleyen enkazı setretmiş gibiydi. Yıkımların üzerine karanlık çökmüştü. Gelir gelmez el lambaları ve yıldızlı gök sayesinde enkazı dolaşmaya başladık. Bu enkazın bir zamanlar 1000’i aşkın insanı barındıran devasa bir site olduğunu çağrıştıracak hiçbir emare yoktu. Beton ve moloz yığını içerisinde bu alanda bir zamanlar nice hayatların olduğunu hatırlatacak ufak tefek eşya kalıntıları, kitaplar ve erimiş, kaportası büzüşmüş otomobilleri gördükçe sükûtumuz daha bir derinleşiyor, dua ve beklentilerimizin istikameti değişiyordu. Ölüm sessizliği denilen şeyi insan bu ortamda somut bir şekilde hissedebiliyor. Sadece ölüm sessizliği değil, ölümün kokusu ve rengini de burada yakından algılayabiliyorsunuz. Herkes herkese yardımcı burada. Acılar birbiriyle kardeş.”

Değerli yazarımızın 4. yazısı, “Enkazüstü’nden Notlar (II)”;

“Depremde 10. gün. Burada kimse artık yakınının enkazdan çıkarılacağı ümidini taşımıyor. Böyle bir beklenti, yerini ‘hiç olmazsa cenazesi çıksın’ umuduna bırakmış. Yan tarafta torununun enkazdan cansız bedeninin çıktığı haberini alan yaşlı teyze, sanki torunu sağ kurtulmuş gibi sevincini çevresindekilerle paylaşıyor.

Biz daha Hatay yolunda iken Emir ve altı yaşındaki oğlu Ali Emir’in naaşları enkaz altından çıkarılıp Adana’ya gönderilmişti. Öğleye doğru yeğenim Nur ve kızı Nehir’in cenazelerinin enkazdan çıkarıldığı haberi ulaştı. Baba oğul gibi annesi ile Nehir’i de enkazdan birbirlerine sarılmış halde bulup çıkarmışlar. Bu acıyı, teslimiyet şuurunun dışında hangi teselli cümlesi teskin edebilir?

Cenaze arabasını takip ederek defin hazırlıkları için Adana’ya ulaştık. Dört canımızı baba ocağı Kozan’da köy mezarlığında ahiret yurduna yolcu ettik. Ne hazindir ki enkazda naaşlarını bulabilen talihli insanlardan sayılıyorduk. Sadece Rönesans Rezidans sitesinde yüzlerce insanın cansız bedeni hâlâ çıkarılmayı bekliyordu.”

Kelimelerin kifayetsiz kaldığı acı.

Rabbim Hüseyin Akın kardeşimize de, yitiği olan depremzede kardeşlerimize de sabırlar ihsan eylesin.

Rahman, vefat edenlere rahmet, yaralılara şifalar ihsan eylesin.