Müslümanın en önemli vazifelerinden biri de tebliğdir. Asr Suresi’nde belirtilen insan ruhunun en temel üç ihtiyacı, iman, sâlih amel ve hakkın ve sabrın tavsiyesidir. İşte bu hakkın ve sabrın tavsiyesine kısaca tebliğ denir. Diğer bir ifade ile tebliğ, ruh ihtiyaçlarını karşılamayan ya da yanlış karşılayan insanlara nasıl bir kul olunması gerektiğini bildirmektir. Bir başka ifadeyle ise tebliğ, bilenlerin bilmeyenleri uyarma vazifesidir.

Bir müslüman, ‘Namazımı kılar, orucumu tutar, insanlarla iyi geçinir; haram yemem ve kötü söz söylemem... bu bana yeter.’ düşüncesine sahipse, kulluk vazifesini layıkıyla yerine getirmiş sayılmaz ve hüsrandan da kâmil manada kurtulmuş olmaz. Kulluk vazifeleri arasında kendisinin inandığı ve yaşadığı gibi yakın çevresinden başlayarak başkalarının da aynı şekilde inanıp yaşaması için çaba sarf etmesi de vardır. Yani tebliğde bulunması da gerekmektedir.

İman, bir anlamda kul ile Rabbi arasında mutlak bir sözleşmedir. Sözleşmeye ‘Lâ ilâhe illallah’ imzasını atan kul, Rabbine: ‘Ey Rabbim! Sana ve diğer kullarına karşı her türlü sorumluluğumu yerine getireceğim.’ diye söz vermiş oluyor. Bu bağlamda, sâlih amel işleyerek Yüce Allah’a ve tebliğde bulunarak da diğer insanlara karşı sorumluluğunu ifa etme mecburiyeti doğmuş oluyor.

Tebliğde bulunan kimseye halife denir. Esasen her bir insan, Rabbi tarafından halifelik vazifesi ile vazifelendirilmiştir. Ancak, kimi bunu kabullenmiş, kimi ise yüz çevirmiştir. Hani Yüce Allah, meleklere: ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım!’ buyurmuştu. (Bakara/30) Daha sonra da Âdem as’mı yaratmıştı. Buradan Âdem as’ın şahsında bütün insanların halifelikle vazifelendirilmiş olduğu anlamına varılabiliyor. O halde herkes Allah’ın hükümlerini nesilden nesile aktarmaktan sorumludur. Tabi bilincinde olanlar...

Tebliğci, tebliğde bulunurken zaman ve mekân şartı aramaz. Ancak, muhatabı açısından bu şartlarda uygunluğu gözetmelidir. Tebliğde sayı sınırı da olmaz. ‘Ben nasıl olsa filan zata kaç defa tebliğde bulundum, artık paşa keyfi bilir, ister alır ister almaz.’ deyip vazgeçmek ya da: ‘Ne yaptıysam ne ettiysem olmadı, benden bu kadar, gerisi Allah’ın işi’...gibi bir anlayış tebliğ şartlarına asla ve asla uygun değildir. Şu kadar ki muhatabın algısında bir değişiklik olma ihtimali her dem zihinlerde taze tutulup, uygun zaman ve zemin oluştuğunda tebliğ yinelenmelidir. Bu arada farklı metotlar da denenebilir. Yalnız, sonucu tayin edecek olan Yüce Allah’tır. O dilediğini hidayete erdirir. Hatırlatmakta fayda var, tebliğde zorlama değil tavsiye ve sabır vardır.

Peygamber Efendimizden nakledilen şu iki hadis-i şerif konuyu daha da netleştirecektir. Birincisi, ‘Benim firavunum’ diye tanımladığı Ebu Hakem’e (Ebu Cehil’e) elliden fazla tebliğde bulunduğu rivayet ediliyor. Tabi Ebu Cehil’e hidayet nasip olmadı. Ancak, Peygamber Efendimiz de ona tebliğden vazgeçmedi. İkincisi ise hayatta iken kendisinin en büyük destekçisi çok sevdiği amcası Ebu Talip’tir ki o, Peygamber Efendimizi müşriklere karşı koruyup kollayandı. O da Hz. Peygamber’in davetini kabul etmedi ve maalesef İslâm ile şereflenemedi.

Neticede çok sevdiği amcasının müslüman olmamasına üzülen Peygamber Efendimize ilâhi ikaz gelecekti. Tabiinden Müseyyeb İbnu’l-Hazn der ki: ‘Ebu Talib’in ölüm anı yaklaşınca, Peygamberimiz yanına geldi. Başucunda Ebu Cehil ile Abdullah İbni Umeyye ve İbni Mugire’yi buldu. Amcasına: “Ey Amcacığım! Bir kelimelik ‘Lâilahe illallah’ de, onunla Allah indinde senin lehine şahadette bulunayım.” dedi. Ebu Cehil ve İbni Umeyye atılarak Ebu Talip’e: “Sen Abdulmuttalib’in dininden yüz mü çevireceksin?” diye müdahale ettiler. Peygamberimiz ise kelime-i şehadeti ona arz etmeye devam etti. Onlar da kendi sözlerini aynen tekrara devam ettiler. Öyle ki bu hal Ebu Talip’in son söz olarak, onlara: “Ben Abdulmuttalib’in dini üzereyim!” demesine kadar devam etti. Ebu Talip Lâilahe illallah demekten kaçınmıştı. Peygamberimiz: “Yasaklanmadığı müddetçe senin için istiğfar edeceğim!” dedi.

Ancak, ilâhi mesaj buna müsaade etmeyecekti. Yüce Allah buyurdu ki: ‘Sen sevdiğin kimseyi hidayete erdiremezsin. Ancak Allah dilediğine hidayet verir. Doğru yolda olanları en iyi bilen de O’dur.’ (Buhari) ‘Akraba bile olsalar, onların cehennemlik oldukları ortaya çıktıktan sonra müşrikler hakkında Allah’tan af dilemek ne Peygamber’e ve ne de iman edenlere uygun düşmez.’ (Tevbe/113)