Ülkemiz yakın dönemin en büyük felaketlerinden birisine uyandı. 10 ilimizi ve 13 milyon insanımızı derinden etkileyen bu felaket Suriye’de de büyük yıkımlara sebep oldu. Bu cümlede geçen felaket kelimesi insan unsurunun “sınırlı sorumlu” veya tamamen insanın dışında meydana geldiği düşünülen tabii afetlerden birisi olan depreme işaret ediyordu. Nasıl kış mevsimlerinde karın veya baharlarda yağmurun yağmasını sağlayamadığımız veya engel olamadığımız gibi depremler de insanlardan bağımsız olarak yerkürenin tabiatı icabı meydana gelen hadiselerdir. İnsan da yaşadığı tabiatın bir parçası ise onda meydana gelen ve kendisinin kontrol edemediği ve neticede kendisinin zarar göreceği hadiselere karşı tedbirini almak durumundadır.

Deprem bilimi uzmanlarının içinde yaşadığımız tabiatı anlama çabalarına göre yerküremiz bazı jeolojik özellikler göstermektedir. Bu yapılarda zaman zaman fay denilen hatlarda kırılmalar yaşanmaktadır. Bu kırılmaların şiddeti de bilimsel olarak ölçülebilmektedir. Bu ölçümlere göre son depremler uzun zamandır ölçülebilen en şiddetli depremlerdir. Fakat bu ölçümlerde aynı zamanda yeryüzünün katmanları arasında meydana gelen kırıklıklar da önceden bilinmekte ve kırılmanın şiddeti hakkında bilimsel tahminler yapılabilmektedir. Eğer bir coğrafi bölgede bu tür felaketlere sebep olabilecek kırıklar var ise orada yapılaşma ya olmamalı, ya da inşa edilecek binalar bu gerçeğe uygun olarak yapılmalıdır. Normal şartlarda takip edilmesi gereken bu yöntemi herhalde uzman olsa da olmasa da herkes bilebilir. Ülkemizin bir deprem bölgesi olduğu artık hepimizin malumudur. Hemen ilk akla gelen 1939 Erzincan, 1976 Muradiye-Van, 1999 Gölcük ve 2011 Van depremlerinin hep doğudan batıya uzanan levhada Kuzey Anadolu ve Doğu Anadolu faylarında ve her zaman yeni sarsıntılar üretme kapasitesi olduğu bilinen alanlarda meydana gelmiştir.

O zaman “madem bu bilgiler mevcutsa neden geçmişteki felaketlerden ders alınmıyor” diye sorulabilir. Ama tatmin edici bir cevap verilebilir mi bilmiyorum. Belki de “ders alma” konusuna biraz değinmek gerekebilir. Hayatın her alanında ister bireysel başarısızlıklar isterse tüm toplumu etkileyen felaketlerde ilk önce insanların “ben nerede hata yaptım” sorusunu sorabilmeleri önemlidir. Her başarısızlık sonrasında başkalarını suçlamak herhalde en kolay çıkış yoludur. İnsan eğitiminin en önemli safhalarından birisi de bireyin kendi sorumluluklarını kabul edebilecek olgunluğa erişmesidir. Kişinin kendi seçimlerinden dolayı başına gelen olumsuzluklardan bir ders çıkarabilmesi için öncelikle nerede hata yaptığını sorgulaması elzemdir. Bu sorgulama da insanın kendi faaliyetlerinin “tabiat kanunları” dediğimiz ve insandan bağımsız işleyen hadiseler karşısında neler yapabileceğini ve nelerden uzak durması gerektiğine karar vermesidir.

İslam’da Sünnetullah denilen ve kelime anlamı “açıklığa kavuşturmak” olan sünnet ile Allah’ın isminden oluşan bu terkip, bütün evreni yaratan Allah’ın bu âleme verdiği nizam için kullanılmaktadır. Bizim Hz. Peygamberin (S.A.S.) hayatı boyunca sürekli benzer davranışlar gösterdiği adetleri için kullandığımız sünnet kavramı gibi Allah’ın da yarattığı bu alemde sürekli olarak aynı şekilde düzen vermesi olarak da anlaşılabilir. İslam dini, inananlara içinde bulundukları tabiatı anlamaları sürecini, meydana gelen hadiselerin aslında Allah’ın koyduğu kural ve kaideler neticesinde meydana gelmesi olarak açıklar. Bu kuralların değişmeyeceği aslında çok açıktır. İnananların vazifesi de bu kuralları bilimsel yöntemlerle ortaya çıkarmaktır. Burada yeni bir icattan bahsetmiyoruz, zaten mevcut olan kuralın bilimle keşfinden bahsediyoruz. Eğer dinler bilimle çelişirse takipçilerini ikna edemez ve bir süre sonra ya yok olur ya da kimi inanç sistemlerinde olduğu gibi kendisini “reform” denilen güncelleme getirme yoluna gider. Mükemmel olan İslam dini de hiçbir bilimsel hakikatle çatışmadan hatta insanlara o hakikatleri ortaya çıkarma sorumluluğu vererek Yaratıcı’nın daha iyi anlaşılmasını tavsiye eder. Bilimin temelinde yer alan “cause and effect” yani sebep-sonuç ilişkisi aslında Sünnetullah’ın bu âlemdeki düzenli işleyişi ve meydana gelen her hadisenin bir sebebe dayandığı anlamındadır. Eğer bu kavram çok deterministik bulunuyorsa, İslam âlimleri mucizelere de imkân veren yani sebep-sonuç ilişkisini kısa bir süreliğine de kaldıran “Adetullah” mefhumunu da kullanılabilir. Allah’ın kanunlarının sürekli olduğu, değişmediği, sabit olduğu ve her zaman geçerli olduğu bilindiğine göre biz insanların kendi işlerimizi o düzene göre yapmamız ona ayak uydurmamız ve onu değiştirmeye çalışmamamız gerektiği açıktır. Ahzab Suresi 62. Ayet’te de buyurulduğu üzere, “Bu, Allah’ın daha önce yaşanmış olanlar hakkındaki sünneti (kanunu)’dir. Ve Allah’ın sünnetinde asla bir değişiklik bulamazsın.” Kâinat yaratıldığından beri değişmeyen ve kendi içerisinde tutarlı ve makul olan bu kurallar manzumesini bizim bu dünyadaki işlerimizde kendimize rehber edinmemiz gereklidir.

Son yaşadığımız büyük felakete dönecek olursak, büyük acıların yaşandığı bölgede karşılaştığımız manzaralar bize aslında yaşadığımız ülkede bilimsel gerçekler ortada ve herkesin gözünün önündeyken yaklaşmakta olan tehlikenin göz ardı edildiğini göstermektedir. Bu umarsızlık ilk etapta insanlarımızın maddi imkanlarının dar olmasından kaynaklı olduğu gerçeğini akla getirebilir. Hep örnek verilen Japonya’nın depreme dayanıklı yapılar inşa ettiği halde bizim burada nedense bu tür binaların yapılmadığına en kısa yoldan cevap yoksulluk olabilir. Ama felaket bölgesinde oldukça lüks sayılan ve iddialara göre her türlü yönetmeliklere uygun olarak inşa edildiği iddia edilen ve pahalıya satılan yapılar da kâğıt gibi yıkılmıştır. Dolayısıyla meselenin sadece maddi imkânsızlık değil, aynı zamanda bir ahlak meselesi olduğu da hepimizce malumdur. Yaratıcı’nın kanunlarına rağmen zemin etütleri yapılmayan alanlarda yani aktif fay alanlarının üzerine bina inşa etmek olsa olsa bile bile lades demektir. Dinimiz Sünnetullah’ı araştırıp anlayıp işlerimizi ona göre düzenlememizi tavsiye ederken, cahillere mahsus bir tavırla sanki meydan okurcasına yapılar inşa etmenin tek anlamı maddi kazanç elde etmek demektir. Cahillik bir bilgiden yoksun olmak değil tam tersine, onu bildiği halde sadece işine gelmediği için başka türlü davranmaktır. Sünnetullah gizemli bir sır değildir. İsteyen herkes gereken yöntem ve metotları kullanarak Allah’ın kurallarını öğrenebilir. Bunu ister dinî saiklerle yapsın, isterse dünyevî menfaatler için yapsın herkes aynı sonuçlara ulaşacaktır. Bizden beklenen ise hem dinimizin gereği olarak bizi yaratanın iradesini anlamaya çalışmak ve bunu yaparken de bu dünyadaki işlerimizi düzene sokmaktır.

Afet bölgesinde edindiğimiz izlenimler sanki Allah’ın kanunları ve bu aleme verdiği nizam yokmuş gibi davranan idarecilerin tedbirsizlikleri ve denetimsizlikleri sebebiyle böylesine büyük bir felaketle karşılaştığımız sonucuna ulaşıyor. En baştan gereken tedbirler alınmadığı için de felaketten sonra yapılan hemen her türlü yardım ve kurtarma çabaları da istenilen neticeleri maalesef tam olarak ortaya çıkarmıyor. 3 günlük deprem bölgesinde yaşadığımız tecrübe bu acı ve tahammülü zor gerçeği bizim de çıplak gözle müşahede etmemizi sağladı. İskenderun’da, Hatay’da, Nurdağı’nda ve güzergâhta geçtiğimiz irili-ufaklı yerleşim birimlerinde farkına vardığımız birçok örnek çaresizliğin fotoğrafını şüpheye yer bırakmayacak şekilde getirip önümüze bıraktı. Bizlerin güçsüz omuzlarına da bu yükü taşıma zorunluluğu kaldı. Güvenimiz bu milletin merhametinedir. Dayanışma ruhunadır. Kardeşi aç, açıkta iken başını yastığa koymadan onun yardımına koşma gayretinedir.

Hele de Nurdağı’nda insanlara yardım etmek için oradan oraya koşturan, ambulanslara yol açmak için bir o köşede bir bu köşede çırpınan, gözleri kamuflajı gibi yeşil olan askerimizin o mücadelesi asla unutulacak gibi değildir.

Kimi görsek yüzünde acının izleriyle ayakta kalmaya çalıştığına şahit oluyoruz.

Kiminle konuşsak herkesin gündeminde deprem bölgesinde enkaz altında kurtarılmayı bekleyen kardeşlerinden gelecek bir müjdeye hasret olduğunu görüyor, kuş gibi çırpınan yüreğinin kışta, kıyamette oralarda olduğunu anlıyoruz.

Edirne’sinden, Hakkâri’sine koskoca bir ülke cenaze evine döndü. Herkes cenaze sahibi olmanın acısını yüreğinin ta derinliklerinde hissediyor. Dikkat ederseniz kimse kimseye başınız sağ olsun demiyor, BAŞIMIZ sağ olsun diyor.

Son olarak vefat eden insanlarımıza bir kere daha Allah’tan rahmet, yaralı olarak kurtarılan kardeşlerimize de acil şifalar diliyorum. Bundan sonrası için Sünnetullah’ı bilen, anlayan ve ona uygun düzenlemeler yapan insanlarımızın sayısının artmasını temenni ediyorum. Bugünleri hep birlikte omuz omuza vererek aşacağız. Bunda en küçük bir tereddüdüm yoktur.