Arkadaşım aileden kalma, köyündeki tarlaları satacağını açıkladı. Ne için dedim. Daha lüks bir araba alabilmek ve daha konforlu bir evde oturabilmek için. Sanki çok kötü bir fiil yapıyormuş gibi asabım bozuldu, kızdığımı belli ettim hatta.
Güya fikrime danışan kızcağız, gerekçesini açıkladı: “Yaşım ilerledi, benden öncekilere de yaramadı, ben de geldim gidiyorum ne lazım artık bundan sonra satayım da daha rahat bir hayatım olsun, arabam eskidi.”
Onu ikna için alnımın derisi çatladı.
Komplo teorisi bile geldi aklıma; “Gelecekte emperyalistlerin torunlarımızı şehirlerde bile tutmayacaklarını, nereye gideceklerini? Bir karış toprağı da onlara çok görürsen nasıl hayırla yâd edecekler seni. Görgüsüzlerin işidir atalardan intikal eden eski kilimi, bakır kazanı, tarlaları satmak.
Dursun ne zararı var.
Bilakis seretonin hormonu sağlayan bir mutluluk deryasıdır, köyünden topraklarından kopmaman. Güvendiğin kaledir başı dumanlı dağların, gümüş renkli ovaların, mavi göllerin, yeşil ağaçların. Hem geçmişini, hem hayallerini kaybedeceksin.
Küresel ısınmanın şimdinin kıymetlisi otoları, yarın cehennem aracına çevirmeyeceğini ne biliyorsun.
O, bir dilim ekmeğin peşine torunlarımızın köylerine dönmeyeceğini nereden kestiriyorsun.
Bu kötülüğü nasıl yapabiliyorsun o zavallı çocuklara. Tanıdığım pek çok insan köyüne emekli olunca dönüş hazırlığı yapmakta.
Şehirdeki gıda teröründen kurtulup, zehirli besinlerden korunup, temiz yiyeceklere ulaşabilmek için.
Sen de asırlardır yolunu bekleyen topraklarının bereketini yok ediyorsun.” Arkadaşım neredeyse ağlayacaktı, “Haklısın” dedi satmaktan vazgeçti. Aslında anlattıklarım az bile daha fazlasına inanmaktayım. En büyük üzüntüm her Güneydoğu yolculuğumda toprakların bomboş durması, insanların ekip dikmemesi, tembel oturmaya bu kadar mı meraklıdır bu halk.
Bahçelerinde bir öbek maydanoz ve nane yeşilliği yok. Orta Anadolu’da bir köye uğradı yolum. Yine dağlık taşlık, ekim yapmaya müsait bir arazisi yoktu fakat köy o özlediğim manzara ile doluydu.
Koyun keçi sürüsü.
Köyün çalışkan kadın ve erkekleri başlarını kaldırmadan o sıcak havada çalışıyorlar, patates söküyorlar, tek tük kayısı dut ağaçlarının meyvelerini kurutuyorlar, pekmezlerini kaynatıyorlar, salçalarını yapıyorlar.
Misafiri olduğumuz yaşlı kadına, kocasından maaş kalmamış, kendisi kışın İstanbul’da oğlunda kalmakta. Oğlunun durumu iyi, dükkânı olan bir esnaf. Fakat anne, “Evladıma yük oluyorum” deyip, üzüntü duymakta. Yazın gelip köyüne, komşularının koyun keçisinden süt alıp peynirlerini tereyağını hem evladına yapmakta hem de satmakta.
En büyük pazarı da yörede camilerde mevlit varsa birer çıkına sardığı kayısı ve dut, domates, sebze kurularını oraya götürüp mevlit sonrası satmakta, eline geçen üç beş kuruşu biriktirip kışın kaldığı evladının yanında sefil duruma düşmeyecek, “Bak oğlum benim de param var” diye başı dik duracak.
Kim bilir o yaşlı kadın, belki yıllar sonra bizim torunumuz olabilir. Köyde tarlaları olanlar, satıp, kurtulmaya uğraşmasınlar.
Köyler geçmişimiz fakat en çok da geleceğimiz.